x
     
25.08.2016 19:28:25
Okunma: 3713
0 Yorum

Mehmet Erdül
KIZILÇULLU…

 

Yıl 1952. NAZIM HİKMET 30 AĞUSTOS’U ANLATIYOR…
 
Kızılçullu’da bağ evimizin asma çardağı altında otururken babam;

“Çık kapının önüne, Bekçi bu yana gelirken düdük çalar. Düdük sesi dunca kapıya vur, radyoyu kapatalım. Bekçi radyo dinlediğimizi anlamasın“ dedi.
 
Bekçiden nefret ediyordum.
Neden geliyordu ki bizim bağ evinin oralara?
Neden babam radyo dinleyemiyordu?
Bekçi, sokak başından, bağ aralarına doğru, bir sağ yana bir sol yana düdüğünü çalar, bakkalın köşesinden sinema sokağın girer dönerdi geri. Bir süre sonra bizim bağ evine kadar gelmeye başladı. Komşu bağ ile bizim bağın birleştiği noktada oluşan sınır çizgisindeki patika yolu izler gelirdi bizim oralara.
Yoldan ayrılıp bağ arasına girdiğinde ay ışığında siluetini görür, düdüğünü öttürmesini beklemeden bekçinin bizim bağa doğru geldiğini söylerdim babama. Babam hemen radyoyu kapatır, bakır saçlara daha çok yıldız, daha çok ay işareti koymak için hırsla vururdu çekici. Yanına boş bir ağaç kütüğü koymuştu. Bekçinin ayak sesleri yaklaştığında boşu boşuna o ağaç kütüğünü döverdi keseriyle. Kimi zaman bekçi kapıyı çalardı:
 
“Kim o?”

“Bekçi Rüstem be yav! Açsana Kemal usta…”

“Hoş geldin Bekçi Rüstem. Buyur.”

“Radyo yok mudur be yav?”
 
“Var. Var da, batarya bitmiş, hele şu sandığı bitireyim alacağım yeni batarya…”
 
“İyi be o zaman, ben gideyim, hadi eyvallah!”
 
“Güle güle”
 
Bekçi giderdi, babam;
 
“Çık bak bakalım nereye varmış Bekçi? Dönüp gelmesin. Namusuz, dinletmedi Nazım‟ı bu gece yine…”
 
“Nazım kim?” dedim.
 
“Hele bak bakalım, gitti mi bekçi? Bak bakalım gittiyse dön, gel anlatırım.”
 
Bekçi bağ arasından çıkıp, istasyona giden yola sapınca ay ışığındaki gölgesi kayboldu. Geri döndüm. İçeri girdiğimde babam gaz lambasını yeniden yakmış, radyosunun sesini duyulur duyulmaz açmıştı.
Radyoda bir adam konuşuyordu. Sesi cızırtılar arasında kayboluyordu. Babam radyoya iyice yaklaşmış, neredeyse kulağını dayamıştı. Adamın konuşması bitince, radyo başka bir dilden konuşmaya başladı. Bazı kelimeler bizim mahalledeki kadınların konuşmasına benziyordu. Babam radyoyu kapattı. Dinlediği istasyonun ayarını bozdu, cızırdayan radyoda Türkçe şarkılar söylemeye başladı insanlar.
 
“Yalan söyledik Bekçi Rüstem'e de”  diye söylendi babam kendi kendine.

“Yarın akşam gelirse, bataryayı değiştirdik, ‘radyo dinlemek istersen gel içeri’ diyelim bari.”
 
Sonra bana seslendi;

“Gel otur yanıma bakayım.”
 
Rakısından bir yudum aldı.
 
“Bu dinlediğimiz radyonun adı ‟Bizim Radyo...‟

Bulgaristan’dan yayın yapıyor. O Türkçe konuşan adamın adı da Nazım… Nazım Hikmet…
Bu günlerde Kore adındaki çok uzak bir ülkeye savaşmak için Türk askeri gönderecekler. Kore’ye asker gönderilmesine karşı mücadele veriyor o adam. Aslında asker değil bir şair Nazım. Bizim gibi de değil, bizden farklı düşünüyor. Komünist o.ülkeleri halkın işçilerin yöneteceğini savunuyor Nazım. Türkiye’de hapis cezası almış, kaçmış Türkiye’den, Bulgaristan’a gitmiş oradan konuşuyor radyoda.”

“Niye Bekçi Rüstem gelirken kapatıyorsun radyoyu?”

“O radyoyu dinlemek yasak. Orayı dinleyenleri de, orada adı geçen, bir açıklaması yayınlanan insanlara da hain gözüyle bakılıyor. Hapse atılıyor insanlar, ne olur ne olmaz, Bekçi şikâyet eder, başımız derde girmesin diye gönderiyorum seni dışarı. Sokakta falan da söyleme kimseye babam gizlice radyo dinliyor falan deme sakın.”

“Demem kimseye…”
 
Bir zaman sonra, “Bizim Radyo”nun, Türkiye Komünist Partisi'nin radyosu olduğunu öğrendim. Nazım Hikmet de o radyoda sunuculuk yapıyordu, Şiirler okuyordu, anlatılanlara göre.
 
Annem;
 
“Küçücük çocuğa dinletme bu radyoyu aklı ermez, bir yerde ‘babam Nazım dinliyor’ der başımızı derde sokarsın.”Diye çıkışıyordu.

“Karışma sen“ diyordu babam;

“Sen işine bak, senin işin yemek yapmak, karışma her şeye… Ben askerden yeni geldim daha. Kore’ye asker göndereceklermiş, Nazım buna karşı çıkıyor. Beni koruyor senin anlayacağın. Kore’ye asker gönderirlerse yeniden askere çağırırlar bizi. Razı gelir misin?”
 
“Allah korusun, biz ne yaparız sen yine askere gidersen?” dedi annem.
 
“O zaman, sen de dinle Bizim Radyo’yu, öğren bak Nazım neler söylüyor. Adam Türkiye’de hapis cezası almış, Kaçmış gitmiş Bulgaristan’a orda radyoculuk yapıyor. Avrupa’da Kore’ye asker gönderilmesine karşı toplantılar düzenliyor. Amerikan emperyalizminin kışkırttığı bu savaşa Türk hükümetinin asker göndermesini kınıyor, Kore'de halkımızın Amerikalılar için kan dökmesine neden olanlara karşı konuşmalar yapıyor.
Geçen hafta Kore Savaşı'na karşı bir toplantıya katılmak üzere Berlin'deydi. Bu hafta sonunda da Viyana‟da yapılacak bir barış toplantısına katılacakmış. 83 ülkeden iki bine yakın temsilci katışacakmış toplantıya. Dünyanın tanıdığı insanlar olacakmış.
Frédéric Joliot Curie, Aragon , Jean-Paul Sartre, Pablo Neruda, Diego Rivera, Arnold Zweig da katılacakmış Nazım’ın gideceği toplantıya.
Bak akşam getirdiği gazetede bir yazısı var getir gazeteyi de okuyayım sana.”
 
“Nereye koydun?” dedi annem.

“Mutfaktaki hasırın altında, al gel bakalım.”
 
Annem hasırı kaldırdı. Bulamadı gazeteyi.

“Yok bunun altında bir şey “ diye seslendi.
 
“İyice kaldır, orta yerinde olacak...”
 
İkiye katlanmış gazeteyi getirdi annem.

”Ver bakalım” dedi babam, okumaya başladı:
 
“Faşistlerle ağızbirliği yapmadan önce düşünün biraz. Turancılar, ırkçılar, faşistler bir düşünceyi, bir adamı kötülemek istediler mi;
'Böyle düşünmek komünistliktir, bu adam komünisttir!' diye yaygarayı basıyorlar.
Türk burjuvasının gerici çevreleri, çiftlik sahipleri, köy ağaları da öyle, menfaatlerine zarar verebilecek her harekete, her isteğe: 'Bu komünistliktir!' damgasını vuruyorlar.
Satılık politikacılar, yabancı devlet ajanları, siyasi polis, karanlık işlerini keyiflerince görebilmek için:
'Komünizm tehlikesini' dillerinden düşürmüyorlar.
Anayasanın bugünkü haliyle de olsa gerçekleşmesini istemek komünistliktir. Toprak reformunun yapılmasını istemek: komünistliktir.
İşçiye grev hakkının tanınmasını istemek: komünistliktir. Köyde çiftlik sahibinin, ağanın; şehirde patronun, vurguncunun istismarını; hiç değilse gemlemeğe çalışmak: komünistliktir. Yobazın ve faşistin karşısına, medeni insan haklarıyla çıkmak: komünistliktir.
Türk ordusunun yalnız Türk'ün emrinde olmasını istemek: komünistliktir. Sözün kısası; milletimizin ezici çoğunluğunun, emekçi köylünün, işçinin, esnafın, aydının en basit haklarını korumaya kalkışmak: komünistliktir.
Dış ve iç politikamızı ve memleket ekonomisini yabancı devletlerin boyunduruğundan kurtarmağa çabalamak: komünistliktir. Yani, bugünkü memleket şartları içinde: haklıdan, doğrudan, ileriden yana yapılabilecek şeylerin tümü: komünistliktir, komünistliktir.  
İnsafla düşünülecek olursa: ileri, haklı, yurtsever ve halktan yana olan her düşünceye, her isteğe, her harekete, komünistlik damgasının vurulması kuru bir iftira değildir. Yurdunu, halkını seven onun hakları ve hürriyetleri için çarpışan her adama 'Komünist' denmesinde bir hakikat payı vardır. İleri, haklı, yurtsever, halkçı her hareket komünistlik değildir.
Ama komünistlik de ileri, haklı, yurtsever, halkçı bir harekettir. Yurdunu ve halkını seven ve onun hakları, hürriyetleri için dövüşen her adam komünist değildir. Ama komünistler de yurtlarını ve halklarını severler ve onun hakları, hürriyetleri için çarpışırlar.
 Bizde, toprak reformu için, işçi sınıfının ekonomik hak ve hürriyetleri için, küçük esnafın, küçük memurun korunması için, gerçekten milli bir sanayinin kurulması için, demokratik haklar için, katkısız milli bağımsızlık için, insan şerefi, insan haysiyeti için dövüşenler arasında, ön saflarda Türk komünistleri de vardı ve vardır. Öyle olmasaydı, gerici kuvvetler komünistlerden böylesine korkar mıydı?
Tarihimize bakın! Sosyal adalet için ayaklanmış halk hareketleriyle bir baştan bir başa aydınlanır! Sosyal adalet isteğinin en gerçek ifadesi, ilmi nazariyesi olan sosyalizme, komünizme kökü dışarıdadır filân demekle iş bitmez. Sosyalizmin, komünizmin tarihi kökleri, topraklarımızda gelip geçmiş ve sürüp giden sınıf kavgalarının içindedir. Bütün gerici kuvvetlerin, komünistlerimizi baş düşman bilmeleri, işte biraz bu yüzdendir de... Bütün bu gerçekleri böylece tekrarladıktan sonra, asıl söylemek istediğimiz konuya geldik.
Komünist olmayan ilerici bir adama:'Sen komünistsin' diye şantaj yapılınca, o adamın tepkisi: 'Ben komünist' değilim demek olmalıdır. Yani doğruyu söylemek. Fakat ne yazık ki, çoğu kere şantajdan ürken ilerici adam: 'Ben komünist değilim, komünistler insan şerefini tanımazlar. Komünistler totaliterdir' filân gibi sözler de ediyor. Komünistleri kötülemekle, faşistlerin, belki de siyasi polisin baskısından kurtulabileceğini sanıyor. Yahut ta, o ilerici adam, komünistlerin insan haysiyetini, şerefini gerçekten de tanımadıklarını sanıyor.
Eğer bu işi baskıdan, şantajdan kurtulmak için yapıyorsa, faydasız!
Çünkü faşist ona: 'Bakın taktik yapıyor, yüzüne komünist düşmanı maskesi takıyor komünistliğini gizlemek için,' diye saldırmakta devam edecektir, ediyor da. Komüniste karşı faşistin ağzını kullanarak saldırmak, ilerici adamı, faşistin ve polisin baskısından kurtaramaz. Faşizmle herhangi bir işte ağız birliği yapmak faşizmin ekmeğine yağ sürmektir. Yok, eğer ilerici adam, komünistin kötü kişiliğine gerçekten inanıyorsa, bu inancının neden dolayı faşist propagandasıyla uygun düştüğünü de iyice düşünmeli. Siyasi haklarından mahrum, eli kolu bağlı, ama dövüşmekte devam eden Türk komünistine karşı, gazeteli, mebuslu, senatörlü, bankerli, köy ağalı faşistle ağız birliği yapmadan önce düşünmeli biraz.”
 
Annem soluksuz dinliyordu.
 
Babam;
 
“ Anladın mı şimdi Nazım ne diyor, komünistlik ne demekmiş öğrendin mi?”
 
“Hee, kolay mı sandın sen, böyle adamların ne dediğini anlamak kolay mı sandın ?”
 
“Bak biraz sonra Bizim Radyo’da konuşacak yine. Sen sofrayı kur yemeği yiyelim. Mehmet gitsin, ‘Bekçi nerdedir?’diye baksın. Bu yana uğrarsa dinleyemeyiz radyoyu. Gelir uğrar, sonra istasyon yönüne yukarı mahallelere gider. Dinleriz birlikte.”
 
Uzaktan bekçi Rüstem‟in düdük sesi duyuluyordu ince uzun öttürüyordu düdüğü sanki geliyorum diye uyarır gibiydi. Kapının önüne çıktım. Misket oynamaya başladım tek başıma. Hava kararmak üzereydi. Bağ arası yollardan dolanarak bekçi geldi.
 
“Yok mu Kemal Usta be yahu?”
 
“İçerde boya sandığı yapıyor.” dedim.

“A be Kemal usta “diye bağırdı.
 
“Geldim…” diye seslendi babam.

“Değiştirmedin mi be bataryaları?”

“Sandık bitmedi ki. Mosturasını yapıyorum. Sandığı satınca değiştireceğim bataryayı.”
 
“Ananın örekesi a be Kemal usta. Mosturalık bizim o‟larda saçma sapan konuşanlara denili. Senin mostura ne ki? Sandık da mı mosturalık olmuş? Konuş, de hele bi baken.”
 
“Yok be Bekçibaşı, benim dediğim boya sandığının ayakkabı boyaları ile fırça ve ayakkabı parlatmak için kullanılan bezin konduğu şu bakır işleme raflara deniliyor.” dedi babam. Gitti, ay yıldızlarla, çiçek motifleri ile işlediği sarı bakırları alıp gösterdi.
 
“Andavallık (sersemlik) ettim desene. Hava serinledi, gızancıklar üsüyecek be yau (hava soğudu çocuklar üşüyecek) dedim kendi kendime erken çıktım garagoldan. Seslendim  
kızancıklara donar kuddun kuyriği soukta( kurdun kuyruğu donar bu soğukta) girin be yau eve, girin hava soğudu deye.
Uzaktan bağ arasında gördüm senin evi birden. Kurmişsin bir ev midanlıkta (meydanlıkta bir ev kurmuşsun). Baktım ki, harimde ( evin önünde bahçede) toplanmış koyşiler (komşular).
Dedim hasladıniz sis çaylari, onlar bagdaş oyurmişlar karşıdan bakaylar (siz çayları demlemşsiniz onlarda bağdaş kurmuş bkliyor, karşıdan bakıyorlar). Celdim bunda hepimiz süleşem de (buraya hepimiz söyleşelim diye geldim). Palas pandıras gaktılar oturmişla (apar toparkalktılar oturanlar). Köşe bağın sahıbı Ayşe tetecik (teğzecik) çok ihtiyarlamis be yahu.”
 
“ Gel otur bir bardak rakı vereyim.”

“Yok be yavu, içmeyeyim, sen de bırak şu mereti. Üst mahalleye gideceğim. Biliysin (bilirsin), bizim mut’ar ( muhtar ) çok biliğ (bilir) be yavu. Kalaycı A‟mat(Ahmet)’ın garısı Gülbeyaz demiş. Gülbeyaz ganga‟nın (yenge) kocası A‟mat hastaymış.
Biz eskiden „gadınga-kadinge‟ derdik, inci „ganga‟diye çağriyola ya neyse. Koyşileri çağırdiler, bu akşam lazımmış onlara cidam (komşular bu akşam onlara gitmemi istediler). Bağ arasını geziverem karanlık basmadan dedimdi. “
 
“Bir bardak çay içseydin bari.”
 
“Çak gelmeyem de (geç kalmayayım da), içem barı bi maştı‟fa (maşrapa, kulplu büyük bardak) çay.”

“Gece çıkmayacak mısın bağ arasına?”

“Çıkarım. Gara toprağa giresice birileri,gizli gizli nazım‟ı diniyomuş bizim Bulgar radyolarından. Onları bellememizi istedi komser.Mecbu dolaşcez bu soukta(soğukta).”
 
“Ne oluyormuş Bizim radyo’yu dinlerse insanlar?
 
“Gominist olceklemiş, sen de meytap geçme benle. Bilmiyon mu sen bunarı? Zere (sakın ha) sen de dinemeyesin Nazım’ı gizli gizli. Bak çekerim mariniyi, bre cami yanına kaykılasın gelir ha.”
 
“Sen yaşamadın mı Bulgaristan‟da? Kominizm yok muydu o zaman. Kötü müydü?”

“Mübadelede geldik biz Türkiye‟ye. Özledim ben de geldiğim toprakları a be Kemal. Şimdi yasakmış ya, gonuşamıyoz hiçbi şeyciği…”
 
“Neyini özledin oraların?”

“Çok hora gecerdi kocaannemizin yaptığı akıtmalar. Yaz akşamları ortaklarımızı alır çıkardık sokaklara. Düğünler tümbekli olurdu. Tingildeyen tahtalar üstüne otururduk. Komşiler ünlerde ba’ça (bahçe) kapısından ö’lece girerdi baçaya. İsteyen ,enik encek baçada olan yemişlerden yerdi istediği kadar. Tarladan goparılıp yenilen bostanların tatına doyum olmazdı. Damlarda inekler olurdu. Sütünden yoğurt yapılıydı. Her gece süt içerdi kızanlar (çocuklar). Gündöndü tarlaları sapsarı başını önüne eğip selamlardı yoldan geçenleri.”

“Kimse kızmaz mıydı, bağdan bahçeden bir şeyler koparıp yiyince?”

“Yoo, sadece bo’le durumlarda işgilleyen annelerimiz çekişirdi kızancıklara.”

“Ne oynardınız çocukken?”
 
“Salıngaçtan inmezdik. Dizlerimizdeki yaralar gabuk tutar, düşünce yeniden ganardı. Saklanbaç oynarken yüklüğe (yorgan, battaniye, çarşaf konulan duvar dolabı) saklanırdık. Yedi kiremit oynardık, kuş avlardık. Kavga çıkardı aramızda kaçan kuşun ardında. Yok, o kuş sığırcıktı, yok gugukçuktu, yok yusufcuktu, yok ibibik kuşuydu diye dalaşırdık birbirimizle. Kukumav kuşu (baykuş) ötünce korkardık be yahu.”
 
“Şimdi de ötüyor kukumav kuşu korkmuyor musun?”
 
“A be Kemal, büyüdük artık be yahu. Be çak gelmeyen bari. Gide’m gari.
Gece gelirim radyo di’neme (dinlemeye). Hadi sana kolay gelsin.”
 
“Güle güle, işe ara vermişken biz de yemeğe oturalım bari “ dedi babam ardından el sallarken.
 
Annem sofrayı kaldırırken babam radyoyu açtı.

“Gaz lambasını mutfak eşiğine koy, dışarıdan ışık görünmesin” dedi anneme.
“Mehmet, sen de çık bak bakalım gelen giden var mı?”
 
Çıktım. Bekçi kaybolmuştu. Bağ evinin etrafında döndüm. Hava kararmıştı. Dikkatle dinledim etrafı. Ses soluk duyulmuyordu. Köpekler bile havlamıyordu. Melez çayına akan derenin şırıltısından başka ses yoktu. İçeri girdiğimde duydum radyonun sesini.
 
Babam işaret parmağını dudaklarına götürüp ‘Sus’ işaret yaptı. Sessizce annemin dizinin dibine oturdum.
 
Radyoda, Togay Benderli adında biri Nazım Hikmete sorular soruyordu:
 
“-Bugün 30 Ağustos. Sizin ve dolayısıyla Türkiye halkının en büyük bayramlarından biri. Bu münasebetle hem sizi hem bütün Türkiye halkını candan tebrik ederim. Acaba bize bu münasebetle bir şeyler söyler misiniz?
- Evvela tebrikinize teşekkür ederim. Cidden, 30 Ağustos bizim Türklerin en büyük bayramlarından biri ve zannediyorum ki yalnız bizim değil insanlığın bayramlarından biri. Çünkü biz 30 Ağustos‘ta, ilk defa biz Türkler insanlığa sömürgeciliğe karşı ve emperyalizme karşı muzaffer olabilmenin yollarından birini gösterdik. Bu da sömürgeciliğe karşı silah elde çarpışmakla olur. Ve sömürgeciliğin her şeye rağmen yıkılmaya mahkûm olduğunu gösteren milletlerden biri de benim milletimdir. Bunun için cidden bu bayram büyük bayramdır. Ve bir daha tekrar ediyorum.
Yalnız Türk milletinin bayramı değil, insanlığın da bayramlarından biridir. Ben, yalnız izin verirseniz bu bayram günü benim "Milli Kurtuluş Destanı" ismindeki şiirimden kısa bir parçayı okumak istiyorum.
Zannederim bu şiirden size muhtelif parçalar okumuştum zaten.
şimdi kısa bir parçayı okumak istiyorum. Büyük taarruza takaddüm eden son saatleri, en son dakikaları okumak istiyorum:
 
―Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeye başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Bu anda, kalbi bir şahin gibi göklere salıp
Ve pırıltılar görüp
Ve çok uzak,
Çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
Bir müthiş ve mukaddes macerada,
Ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülazımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
Kalktı ayağa, 46
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
şimdi bir hamlede o kadar büyük,
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
Bütün ömrünü ve hatırasını
Ve yedi buçukluk bataryasını
Ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
— Saat kaç?
— Beş.
—Az sonra demek.
98.955 tüfek
Ve şoför Ahmet'in üç nomrölü kamyonetinden
Yedi buçukluk şınayderlere, on beşlik obuslere kadar
Bütün aletleriyle
Vatan uğrunda,
Yani toprak ve hürriyet için ölebilmek
Kabiliyetleriyle
Birinci ve ikinci ordular
Baskına hazırdılar.
Alacakaranlıkta, bir çınar dibinde,
Beygirinin yanında duran
Sarkık siyah bıyıklı süvari
Kısa çizmeleriyle atladı atına.
Mavi gözlü Başkumandan baktı saatına:
Beş otuz...
Başladı topçu ateşiyle
Ve fecirle birlikte Büyük Taarruz.”
 

Etiketler:

Yazarın Diğer Yazıları