İzmir’in merkezi bölgelerinde otopark sorunu artık yalnızca yaşam konforu meselesi değil; adalet ve kamu yönetimi tartışmasının tam göbeğine oturdu. Alsancak’ta başlatılan abonelik sistemiyle sokaklar dubalarla bölünürken, vatandaşın aklındaki soru tek bir yerde düğümleniyor:
“Kamuya ait yol ve park alanı, kişiye özel kiralanabilir mi?”
Yıllardır çözülmeyen park krizi, yeni uygulamayla birlikte bir anda “parası olanın erişebildiği bir ayrıcalığa” dönüşmüş durumda. Bazı bölgelerde araç park hakkının resmen parsellendiğini, bu nedenle sokakların “artık halka değil, abonelere ait olduğunu” düşünen ciddi bir kitle var. Aynı uygulamaya benzer sorunlar Karşıyaka, Menemen, Mithatpaşa gibi farklı semtlerden de raporlanıyor; sorun yalnız Alsancak’a özgü değil.
Uygulamanın savunusunda zaman zaman Avrupa örnekleri gösteriliyor. Evet, bazı Avrupa şehirlerinde mahalleliye park önceliği tanınıyor; ancak orada bu uygulama alternatif otopark altyapısı eşzamanlı kurulduktan sonra yapılıyor. Yani kimse dışarıdan geleni “fiilen şehir dışına iten” bir modele mahkûm edilmiyor.
İzmir’deki tabloysa farklı:
— Nüfusa göre ayrılan alan yetersiz.
— Otopark kapasitesi artmadan sistem başlatıldı.
— Ziyaretçi, esnaf, çalışan ve mahalle dışı araçlar için makul alternatif sunulmadı.
Bunun üzerine bir de “otomatik otopark kuyrukları” ve “sokakların araçla geçilemez hale gelmesi” gibi yan problemler yıllardır bildiriliyor. 1408 sokak kör bir örnek değil; insanlar ambulansın sokaktan dönemediği, mahallelinin evine giremediği anları belgeleyip kuruma gönderiyor. Başvurular belediye, İzmir Büyükşehir, İZELMAN, emniyet, muhtarlık ve CİMER’e iletiliyor; yanıt ise çoğu kez sorumluluğun başka kuruma havalesi ile sınırlı kalıyor.
Ortaya çıkan duyguysa “vatandaş yıllardır yalnız bırakılıyor” algısı oluyor.
Bu nedenle tartışma artık yalnızca “arabamı nereye koyacağım?” meselesi değildir. Asıl mesele şudur:
Kamu alanı kamusal ilkelerle mi yönetiliyor, yoksa gelir kalemi haline getirilip ayrıcalık alanına mı dönüştürülüyor?
Çünkü kamusal alan “kiralanabilir mülk” haline geldiğinde, kaybolan tek şey park yeri değildir;
eşitlik duygusu, kent hakkı ve yerel yönetime duyulan güven de park dışına itilir.
Bu noktada cevaplanması gereken sorular nettir:
- Bu abonelik modeli hangi hukuki dayanakla yürütülmektedir?
- Altyapı planlanmadan neden uygulama başlatılmıştır?
- Alternatif park çözümü neden eşzamanlı sunulmamıştır?
- Belediyecilikte “kamu yararı” ilkesi bu tabloda nereye konulmuştur?
Bu sorulara şeffaf ve yazılı yanıt verilmeden, tartışmanın kendisi değil, yalnızca öfkesi büyür.
Şehir, taş ve asfaltla değil —
adil erişim, eşitlik duygusu ve güvenle kurulur.
Kamuya açık bir alanı dubalayarak “abonelikli mülk”e çevirmek ile değil.
Bu şehrin özeti buraya sığıyor aslında:
Çöpler yerde, deniz kokuyor, metrolar çalışmıyor, ama kaldırım , sokak şeridi bile rant kalemine çevrilmiş durumda.
Devletin görevi, kamusal alanı korumaktır;
vatandaşın değil.
Bugün park yeri “abonelikle” satılıyorsa,
yarın kaldırım, öbür gün park bahçe , sonra kıyı bandı…
Böyle giderse bir gün “sokakta yürümek” bile ücretli fişle olacak.

Bu yazıyı kapatırken halkın sorusu net:
Kamu alanını kiraya verme yetkisini hangi yasadan alıyorsunuz?
Varsa dayanak açıklayın, yoksa kaldırın.
Çünkü bu şehirde insanlar artık
“Aidatlı değil adil kent.” istiyor.
Dicle ŞAHİN 21.10.2025
